6 Nisan 2014 Pazar

Nuh Tufanı



Hz. İdrîs göğe çekildikten sonra, Ademoğulları doğru yoldan ayrıldılar, putlara tapar oldular. Yüce Allah onlara Nuh (a.s.) ı gönderdi.
Hz. Nuh, nice yıllar kavmini Allah’ın birliğine çağırdı. Yalnız oğulları Sâm, Hâm ve Yafes ile hanımları ve diğer pek az kimseler inanıp, başkaları kulak asmadı. Yâm adındaki oğlu bile inanmadı.
Nuh (a.s.), kavmine öğüt verdikçe, onlar, ona ezâ ve cefa ederler, alay ve hakarette bulunurlardı.
En sonunda ümitsizliğe düştü ve onlara kötü duada bulundu. Duası kabul oldu. “Gemi yap” diye Allah katından vahiy geldi.
Hz. Nuh kırda ve sudan uzak bir yerde gemi yapmaya başladı. Kavmi oradan geçerken onunla eğlenirlerdi: “Peygamber idin, dülger oldun” derlerdi. O da “Gün gelir, biz de sizinle eğleniriz” derdi.
Gemi bitti, tufan işaretleri göründü. Hz. Nuh, kendisine inananlarla gemiye bindi. Her çeşit hayvandan birer çift aldı.
Her taraftan su yürüdü. Hz. Nuh, oğlu Yâm’ı da gemiye çağırdı. “Ben dağa çıkar kurtulurum” diyerek gemiye girmedi. “Bugün Allah’ın acımasından başka sığınacak yer yoktur” diye Hz. Nuh öğüt verirken araya bir dalga girdi, Yâm boğuldu.
Babalık bu ya, Hz. Nuh üzüldü. Ne ki, yüce Allah, bütün Allah’a ortak koşanlarm boğulmasını dilemişti. Yâm da Allah’a ortak koştuğundan onlara katıldı.
Tufan her yanı kapladı. Sular dağları aştı. Yeryüzündeki insanlar, hayvanlar hep boğuldu.
İşte böyle bir ortamda Nuh’un gemisi, dağlar gibi büyük dalgalar arasında yüzdü durdu.
Aynen bu şekilde tufan’m hükmü altı ay kadar sürdü. Sonra Allah’ın emriyle yağmurların arkası kesildi, sular çekildi.
Gemi Cudi dağının üzerine oturdu; gemidekiler kurtuldu. Alem, bir başka âlem oldu.
Ondan sonra insanlar, Hz. Nuh’un üç oğlundan üredi. Onun için Nuh (a.s.) a “İkinci Adem” denildi. Arap, İranla ve Rum ‘un babası Sâm; Sudan halkının babası Hâm; Türk kabilelerinin babası Yafes’dir.
Ademoğulları böyle büyük bir belâ görmüşken, sonra yine azıttılar, yollarını sapıttılar. Allah’ın birliğini unuttular, putlara taptılar
Kaynak: Ahmet Cevdet Paşa / Peygamberler ve Halifeler Tarihi

Yaşadığı Anın Farkında Olmak (Vukuf-i Zamani)



VUKUF-İ ZAMANİ: YAŞADIĞI ANIN FARKINDA OLMAK

Ariflerin üzerinde durduğu önemli prensiplerden biri de “Vukuf-i Zamani”dir. Manası, içinde bulunduğu zamanın farkında olmaktır. Diğer bir ifadeyle, kalbi uyanık yaşamak, her an gafletten uzak olmak, içinde bulunduğu anda üzerine düşeni bilmek ve gereğini yapmaktır. Buna, hayatı Yüce Allah’a adamak diyor arifler.
Bütün hayatı Allah’a adamak... Bu yüksek ahlâk ve ilâhi aşk, “Rasulüm de ki: Benim namazım ve ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am, 162) ayetinde özetlenmiştir. Çünkü bütün vakitlerde övülme, sevilme ve zikredilme hakkı Cenab-ı Hakk’a aittir. Bu hak hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Çünkü kulun her anı ayrı bir hayattır. Ve bu hayatın kaynağı Yüce Allah’tır. Kul dünyada da ahirette de O’na muhtaçtır.
Yüce Yaratıcımız, gece ve gündüzden oluşan bütün zamanları iki şey için yarattığını belirtmiştir. Biri tezekkür, diğeri şükür. (Furkan, 62)
Alimler tezekküre, ilim ve ibret manalarını veriyor. İlim, kainatın sahibini tanımak; ibret ise, her şeyde tecelli eden ilâhi sanatı görüp kalbi Yüce Yaratıcıya bağlamaktır.
Şükür, nimetin kimden geldiğini bilmek, nimet ile sevinmek ve vereni sevmektir. Şükür, nimetin sahibine isyan etmemektir. Şükür, kulun her şeyi ile Yüce Allah’ın mülkü olduğunu anlaması ve her an O’ndan razı olmasıdır. Buna samimi dostluk ve güzel kulluk denir.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Yüce Yaratıcı’dan gafletle geçen vakitleri hasret vakti olarak tanıtmıştır. Öyle ki, cennete giren bütün kullar, sadece dünyadaki zikirsiz ve şükürsüz geçen vakitlerine üzüleceklerdir. (Tebaranîİbnu’s-SinnîHeysemiMünzirî)
ZAMAN EN BÜYÜK SERMAYEDİR
Büyükler, vakit nakittir derler. Yani vakit kainatta en değerli sermayedir. Vakit insana nakit kazandırır, fakat dünya dolusu nakit verilse, geçen bir saniye geri getirilemez. Dünyada her an bir defa yaşanır, bir daha ele geçmez. Onun için Allah dostları her anı son fırsat olarak görmüşler ve her nefesi son nefes gibi değerlendirmişlerdir. Çünkü insan hayatı iki nefes arasındaki süredir. Alınan bir nefes geri verilmese hayat biter. Tersi de böyledir. Bu nefesler sayılıdır ve son sayı insana gizlidir. Kimse şu kadar nefesim kaldı, bu kadar süre daha yaşayacağım diyemez.
İnsan ömrü üç zaman dilimine ayrılır. Birisi geçen süredir. Buna mazi denir. Bu süre, iyiliği ve kötülüğü ile geride kalmıştır. Diğeri elde olmayan süredir. Buna âti (gelecek) denir. İnsanın ona ulaşıp ulaşmayacağı belli değildir. Bir diğeri de insanın içinde yaşadığı andır. İşte eldeki zaman odur. Buna fırsat denir. Yapılması gereken ne varsa onda yapılmalıdır. Çünkü o da geçmek üzeredir.
Hayırlı işlerde, ‘şimdi dursun sonra yaparım’ demek şeytandandır. Efendimiz s.a.v.’in uyardığı gibi, sonra yaparım diyenler kesin pişman olmuşlardır. Bu her işte böyledir. Büluğ çağına ulaştıktan sonra, insanın mükellefiyet süresi başlar. Artık insan zamandan sorumludur. Zamana bağlı iş ve ibadetlerden mesuldür.
Zaman Yüce Allah’ın insana en büyük emanetidir. Allah bu emanetin korunmasını istemektedir. Helal ve hayır işlerde geçen ömür ihya edilmiş ve korunmuş olur. Haram işleyerek geçen zamanlar ise zayi edilmiştir.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz, insanların iki büyük nimette aldandığını haber vermiştir. Bunlar sıhhat ve boş vakittir (Buharî). Kıyamet günü, herkese hesabı ve şükrü sorulacak dört nimet vardır. Bunlardan ikisi zamanla ilgilidir. Yüce Allah herkese gençliğini nerede harcadığını ve ömrünü nerede tükettiğini soracaktır. Diğer iki nimet de mal ve ilimdir. (Tirmizî)
Cüneyd-i Bağdadî k.s. der ki: “Vakit sermayeni iyi kullan. O bir kere ele geçer. Kaçırdın mı bir daha ele geçiremezsin. Kainatta vakitten daha kıymetli bir servet yoktur.”
Hasan Basrî k.s. da sahabenin halini şöyle anlatır: “Ben öyle insanlara ulaştım ki, sizin elinizdeki altın ve gümüşü koruduğunuzdan daha fazla vakitlerini koruyor ve boşa harcamaktan sakınıyorlardı. Sizden biriniz nasıl iyi bir kazanç getirmeyen yerlere altın ve gümüşünü harcamıyorsa, onlar da zamanlarını öyle titizlikte koruyor; bir nefesini dahi zayi etmiyor, vakitlerini Allah’a itaatin dışında asla kullanmıyorlardı.”
Hz. Ali r.a., şerefli hanımı HzFatıma r.a.’ya demiştir ki: “Fatıma! Yemek yaptığın vakit sulu ve hafif yemekler yap. Fazla çiğneme derdi olmasın. Çünkü sulu yemek tez yenir, kuru yemeği çok çiğnemek gerekir. İkisi arasında elli defa tesbih ve zikir farkı vardır. Yemek başında çok bekleyip hayırlı işlerden geri kalmayalım.” (İbnu Acibe)
ZAMANI İYİ OKUMALIDIR
Her insan yaşadığı zaman içinde şu dört halden biriyle karşılaşır. Ya itaat eder, ya isyan, ya nimet içindedir ya da sıkıntı. İtaat Yüce Allah’a hamd etmeyi gerektirir. İsyana düşene istiğfar ve tevbelazımdır. Nimet tevazu ve şükür ister. Sıkıntı anı ise sabır, rıza, dua ve yalvarma zamanıdır. Kısaca, her şey kulu Yüce Allah’a bağlamak ve ahirete hazırlamak içindir. Ağlamak da gülmek de Allah’tandır. Zamanı istediği gibi evirip çeviren ve türlü hallerle bizleri yüz yüze getiren O’dur.
Hak yolcusunun en önemli işi muhasebedir. Muhasebe, kalbin ve nefsin ne halde olduğunu kontrol etmektir. Allah’a ve ahirete yönelen herkese güzel bir tevbeden sonra kuvvetli bir muhasebe ilmi lazımdır. Hak yolcusu her akşam günlük değerlendirmesini yapmalıdır. ‘Bugün Allah için ne yaptım, ahiretime ne gönderdim, hangi tür hayırlara el attım, ne gibi günahlara bulaştım, bu durumda bana ne gerekir, niyetim nedir, kalbim ne haldedir, nefsim hangi sıfatları taşıyor, şu anki halimden daha iyi olamaz mıydım’ gibi soruları kendi kendine sormalıdır.
Büyük veli Şah-ı Nakşibend k.s., vukuf-i zamani prensibini açıklarken şöyle diyor: “Zamana vakıf olmak, nefsin hallerini tanımaktır. Hak yolcusu, niyetini ve amellerini iyi kontrol etmelidir. Eğer niyeti ve ameli Kur’an ve Sünnet’in öğrettiği edebe uyuyorsa Allahu Tealâ o anda kuldan razıdır. Kul o hale sevinip şükretmelidir. Eğer kulun niyetinde Allah rızası yok ve ameli de dinin öğrettiği edebe uymuyorsa, hemen istiğfar ve tevbeye sarılmalıdır. Kusur halindeki kula tevbe lazımdır. Bu yol, her anını kontrol etmeye dayalıdır. Akıllı kimse aldığı her nefesinin farkında olur, onu zikirle mi yoksa gafletle mi alıp verdiğini bilir.”
Ariflerden Ebu Muhammed el-Cerir k.s., “tasavvuf, insanın yaşadığı vakit içinde yapılması gereken en hayırlı işi yapmaktır” derken, Allah dostlarının en önemli özelliğini gözler önüne sermiştir. Gerçekten tarih iyice incelenirse kâmil velilerin hayatı kadar huzurlu, dolu, canlı, faydalı ve tamamen Allah’a adanmış bir hayat bulunamaz.
Arifler, sufiyi “ibnu’l-vakt” olarak tarif ederler. İbnu’l-vakt, içinde bulunduğu vaktin çocuğu manasındadır. Bu sıfattaki insan, içinde bulunduğu anda ne lazımsa onu yapar, boş ve gereksiz işlerden kaçar. İyi de olsa kendisini ilgilendirmeyen veya zamanı gelmeyen şeylerle uğraşmaz. Vaktini dini ve dünyası için en kazançlı bir şekilde değerlendirir.
Zamanı iyi tanımak, her zaman dünya ve ahirette faydamıza olacak işler yapmaktır. Fakat günümüz insanının en fazla israf ettiği sermaye zamandır. Özellikle gençlik dönemi bir oyun ve eğlence dönemi olarak görülmektedir. Halbuki gençlik dünya ve ahiret hayatının hazırlığı için bize verilmiştir. O dönemi sadece boşa harcamak kadar üzücü bir şey yoktur. Buna rağmen çoğumuz nefsin keyfine göre yaşamakta, uzun bir hayat arzulamakta ve bu sebeple çok şeyi kendisine dert etmektedir. Bu, “uzun emel”dir.
Uzun emel insanı tembel eder, gevşetir, boş işlerle yorar, gelecek endişesiyle korkutur, sonuçta sahibine ciddi zararlar verir. Halbuki tavsiye edilen, hayırlarda acele etmek ve yapılması gerekeni ilk fırsatta yapmaktır.
NE YAPMALI, NEREDEN BAŞLAMALI?
Birçoğumuz şunu şöylüyor: “En fazla beş dakika süren dört rekâtlık bir namazı bile baştan sona kalb huzuru ile tamamlayamıyoruz. Zikrederken bile gafletimiz devam ediyor. Yüzümüz Kâbe’de iken gönlümüz başka yerde. İbadette gafletten kurtulamadıktan sonra diğer zaman ve işlerde nasıl uyanık olalım? Bir günü ve koca bir ömrü zarar etmeden nasıl kapatalım?”
Gerçekten bütün vakitlerini hakkıyla değerlendiren insanlar çok azdır. Ancak dinimizde “iyiliği kötülüğünden fazla olanlar iyi kabul edilir” prensibi vardır. Her gün güzel şeyler yapmaya niyetlenen, iyi işlere yönelen ve kötü davranışlarını fark edip üzülen kimse -inşallah- iyilerden sayılır. Kusurları Allah’ın sonsuz rahmetiyle affedilir.
Öncelikle, bizi zarara sokan ve vaktimizi ziyan eden işlerin ne olduğunu bilmeliyiz. Söz ve davranışlarımızda, kazanç ve harcamalarımızda haramlardan kesin olarak kaçınmalıyız. Çünkü haram kalbi öldürür, vakti ziyan eder. Helal dairede kalmayı, hayırlı işler yapmayı, Allah için kimseye sıkıntı vermeden yaşamayı hedeflemeliyiz. Yerken, ibadete kuvvet bulmaya, uyurken dinlenip yeni hayırlara hazırlanmaya,mübah dairede eğlenirken eşimizin, çocuklarımızın ve dostların hakkını korumaya niyet etmeliyiz. Niyetimiz iyi olduktan sonra bütün işlerimiz hayra döner, ilâhi sevgi ve sevap vesilesi olur. Günü içinde harama bulaşmayan, Yüce Allah’ın emirlerine itaat eden kimse, onu zikretmiş olur. Zikreden şükretmiştir. Şükreden ise Allah’ın rahmetine ermiştir.
Arifler der ki: Bir insan farz amelleri yapsa, haramlardan kaçınsa, bir saat sabah bir saat akşam zikir için vakit ayırsa, kalbini zikirle ihya etmiş ve gününe şükretmiş olur.
Her anı zikir içinde geçirmek çok büyük bir saadettir. Bu mümkündür. Çünkü Peygamberler ve Allah dostları böyle yapmışlardır. Bunun mümkün olduğuna inanan kimse birinci adımı atmıştır.
YARIM SAATLİK ÇABAYLA BİRİKEN HAZİNE
Bir Hak dostu şunları anlatır: “Gençliğimde Allah dostlarının güzel meclislerine katıldım, sohbetlerini dinledim. Onların bütün zamanlarını Allah ile geçirdiklerini, yerken içerken, çalışırken, çarşı pazarda gezerken bile kalplerinin Allah’ı anmaktan geri kalmadığını işittim. Buna hayret ettim, mümkün olup olmayacağını düşündüm. Önce imkansız geldi. Sordum, mümkündür dediler. Hem bu halin ayet-i kerimelerde her müminden istendiğini hatırlattılar. Buna şaşırdım ve aynı zamanda sevindim. İrşad halkasına katıldığım mürşidime gittim. Samimi olarak derdimi açtım. ‘Ben de bütün zamanlarımı Yüce Allah’ı unutmadan zikirle geçirmek istiyorum, bunun yolunu bana öğretiniz’ dedim. Mürşidim güldü: ‘Güzel, ama acele etme!’ dedi. Bana önce yarım saatimi alacak bir zikir çeşidi verdi. Dua etti ve: ‘Şimdilik buna devam et, kalbini uyanık tutmaya çalış. Bunu başarınca yanıma gel’ dedi. Ben de günde yarım saatimi zikir için ayırdım. Buna devam ettim. İçimde önceleri bilmediğim ve alışmadığım bir tat buldum. Kalbimde bir canlanma hissettim. Zikir yarım saat sürüyor, fakat kalbimdeki tesiri ve tadı yarım gün devam ediyordu. İşin-gücün arasında kalbimi dinliyor ve onun Allah Allah şeklindeki atışlarını duyuyordum. Tekrar mürşidime gittim. Süreyi biraz daha uzatmamı istedi. Bir saatimi zikirle geçirmemi ve kalp uyanıklığına dikkat etmemi tavsiye etti. Söylediği gibi devam ettim.
Böylece sabırla devam ede ede Yüce Allah’a hamd olsun, şu ayetlerin sırrına mazhar oldum: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde gerçek akıl sahipleri için (varlığımıza, birliğimize ve yüceliğimize delil olacak) nice ayetler vardır. O temiz akıl sahipleri, yürürken, otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru. (Âl-i İmran, 190-191)”

Dr. Dilaver Selvi

Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Aleyhimasselam'ın Kısası

HZ. İBRAHİM VE HZ. İSMAİL ALEYHİMASSELAM'IN KISSASI
 
 
- İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Hz. İbrahim beraberinde Hz. 
İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde 
ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrahim, kadını 
Beyt'in yanında, Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası 
Mescid'in yukarı tarafında ve Zemzem'in tam üstünde bir nokta idi. O gün 
Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrahim anne ve 
çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık 
dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.
 
Hz. İbrahim aleyhisselam bundan sonra(emr-i ilahi ile) arkasını dönüp (Şam'a 
gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmâil'in annesi, İbrahim'in peşine düştu 
(ve ona Kedâ'da yetişti).
 
"Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir 
yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. bu sözünü birkaç kere 
tekrarladı. Hz. İbrahim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar 
(üçüncü kere) seslendi:
 
"Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine: 
"Evet!" buyurdu. Kadın:
 
"Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra 
geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri 
Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerrini kaldırdı ve şu duaları 
yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmınnı, senin hürmetli Beyti'inin 
yanında, ekinsiz bir vâdide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda 
dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü'min olanlarrın 
gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da 
nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (İbrahim 37).
 
İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su 
bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki 
yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa 
bakıyordu. onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalktı, 
kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini 
görebilirmiyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama 
kimseyi göremedi. safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. 
Ciddi bir işi olan bin insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. 
Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye 
çalıştı. Ama kimseyi göremedi. bu gidip-gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc 
esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.
 
Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" 
dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine:
 
"(Ey ses sahibi!) sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" 
dedi. Derken Zemzem'in yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrail'di. 
Cebrail kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hâcer'im, İbrahim'in 
oğlunun annesi..."
 
"İbrahim sizi kime tevkil etti?"
 
"Allah Teâla'ya."
 
"her ihtiyacınızı görecek Zât'a tevkil etmiş."
 
Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihayet su çıkmaya 
başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan 
da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."
 
İbnu Abbas radıyallahu anhüma dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini 
bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu 
takdirde (zemzem, kuyu değil) akar su olacaktı."
 
Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi.
 
Melek, kadına:
 
"Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira, Allah Teâla Hazretleri'nin 
burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah 
Teâla Hazretleri o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, 
tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.
 
Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya 
Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada 
bir kuşun gelip gittiğini gördüler.
 
"Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Halbuki biz bu vadide su 
olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki 
atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. 
Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.
 
"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın:
 
"Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da:
 
"Pekala!" dediler. Aleyhissalâtu vesselam der ki:
 
"Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. 
Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar 
da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. 
Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, 
hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla 
evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.
 
Derken Hz. İbrahim aleyhisselam, İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, 
bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i 
sordu. Kadın:
 
"Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrahim, bu 
sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın:
 
"Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikayetvari konuştu. 
Hz. İbrahim:
 
"Kocan gelince, ona benden selam etve "kapısının eşiğini değiştirmesini" 
söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi:
 
"Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu. Kadın:
 
"Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. senden sordu, ben de haberini verdim, 
yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" 
dedi. İsmail:
 
"sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın:
 
"Evet! sana selam söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni 
söyledi!" dedi. İsmail:
 
"Bu babamdı. seninle ayrılmamı bana emretmiş. Haydi artık ailene git!" dedi 
ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.
 
Hz. İbrahim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilahare bir kere daha 
görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i 
sordu. Kadın:
 
"Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrahim:
 
"Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın:
 
"İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senada 
bulundu.
 
"Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın:
 
"Et yiyoruz!" dedi.
 
"Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da:
 
"Su!" dedi. Hz. İbrahim:
 
"Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." 
Aleyhissalatu vesselam der ki:
 
"O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrahim, hububatları için de 
dua ediverirdi."
 
İbnu Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde 
Mekke'deki kadar sıhhata muvafık düşmez (karın sancısı yaparlar). (Bu, Hz. 
İbrahim'in duasının bir bereketi ve neticesidir).
 
(Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hz. İbrahim'den anlatmaya devam etti:)
 
"İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki:
 
"Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sabit 
tutmasını emret!" (Çünkü eşik, evin dirliğidir).
 
"Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "yanınıza bir uğrayan 
oldu mu?" diye sordu. Kadın:
 
"Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar 
hakkında) bir kısım övgülerden sonra:
 
"Benden seni sordu. Ben de haber verdim. Yaşayışımızın nasıl olduğunu sordu, 
ben de hayır üzere olduğumuzu söyledim!" dedi. İsmail:
 
"Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın:
 
"Evet sana selam ediyor, kapının eşiğini sabit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. 
İsmail:
 
"Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! 
(Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın 
İsmail'e on erkek evlad doğurur.)
 
Sonra, Hz. İbrahim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken 
bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail Zemzem'in yanındaki 
Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp 
karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar 
(kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü).
 
Sonra Hz. İbrahim:
 
"Ey İsmail! Allah Teâla Hazretleri bana ciddi bir iş emretti" dedi. İsmail 
de:
 
"Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrahim:
 
"Bu işte bana sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da:
 
"Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunnun üzerine Hz. İbrahim:
 
"Allah-Teâla Hazretleri, bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek 
etrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."
 
(İbnu Abbas) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Ka'be'nin (daha önceki) 
temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrahim de duvarları 
örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak 
bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrahim (iskele 
olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu 
esnada onlar:
 
"Ey Rabbimiz! (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" 
diyorlardı."
 
İbnu Abbas der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrahim binayı yaparken (zaman zaman) 
etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen 
gören ve bilensin!" (Bakara 127) diye dua ediyorlardı."
 
Buhari, Enbiya 8.

Yedi Kutsal Gerçek

YEDİ KUTSAL GERÇEK


- Kaç yıldır benim yanımdasın?

- 20 yıldır efendim

- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?

- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.

- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin?

- Evet.

- Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin?

- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip
bağlanıyor. Ancak, bunların hemen hepsi insanı yarı yolda
bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile
benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim
kendime. Ki, onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış
insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.

- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?

- Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle
sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için
her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine,
kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için
çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi
O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım.

- Devam et!

- İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm.
Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne
basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici
dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlâkça yükselmekte, kötülüklerin
her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.

- Devam et yavrum.

- Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor,
boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların
benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm.
Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup,
huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.

- Sonra?

- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını
suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu.
Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle
geliyordu. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine
uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.

- Doğru. . .

- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal
haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem
başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu
haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki
kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça
bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile.

- Ve yedinci?

- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve
güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine. . .
Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir.
Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim.
Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu.

- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün
din kitaplarını inceledim.
Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim

Bugünün Müslümanlığı

BUGÜNÜN MÜSLÜMANLIĞI
 
İnsanın adalet anlayışında vardır zorluğa göre mükafat tespiti. Bir şeyde
ne kadar zorlanıyor, ne ölçüde sıkıntıya maruz kalıyorsanız o nispette
karşılığını alacak, ücretine nail olacaksınız.
 
Hem zorluğu fazla olsun hem de ücreti az. Mümkün değil.
Peki, kulların adalet anlayışında böyle olur da Rabb'imizin adaletinde
başka türlü mü olur?
Halbuki Rabb'imizin adaletinden bir zerredir kulların adaleti.
Öyle ise gelin bu zorluk olayını bir düşünelim. Geçmişin dindarlığıyla
bugünün dindarlığını bir mukayese edecek olsak hangisinin zorluğu daha fazla 
acaba? Başka bir ifadeyle, hangisine verilen mükafat ve sevap daha çok 
dersiniz?
  Geçmişin dindarlığına mı, yoksa bugünün dindarlığına mı? Bugün basit bir
bakışla da anlıyoruz ki geçmişin sokağında bugünkü gibi kılık kıyafet
anarşisi yoktu. Toplumun erkeği-kadını yaratılışlarına uygun düşen bir giyim 
kuşam içindeydi.
  Ne o günün kadını yabancı kimliğinde görünme gereği duyuyordu, ne de
erkeği müstehcen görüntülerin tahrik ve tasallutuna maruz bulunuyordu.
  Bugün de durum aynı mı?..
Elbette değil. Çok farklı. Zorluklar var, kimlik bunalımları bahismevzuu.
Erkek için, kadın için... Her birisinin kendine göre zorluğu fazla!. Öyle
ise sevabı da fazla!.
Nitekim Efendimiz (sas)'in bir hadisinden bunu anlamak kolay.
Buyuruyor ki:
  - Öyle bir zaman gelecek ki o günün Müslüman'ı sizin yaptığınızın çok
azını yaptığı halde kurtulacaktır.
Evet. Zor şartlar içinde kendilerini korumaya çalışacaklar, her taraf
günaha iteleyecek görüntü ve teşhirlerle dolu olacak.
Buna rağmen direnecek, mazbut yaşamaya yönelecekler, kurtulacaklar...
Evet, bir maneviyat büyüğünün:
Yüzer günahların hücum ettiği zaman, diye tarif ettiği günümüzde mazbut
bir hayat yaşayanlar kurtulacaklar.
Gözlerine kirli manzara aksetse de gövdelerini koruyacak, bedenlerini
muhafaza edecekler. Böylece az amelle çok sevap alacaklar. Hatta denebilir
ki, az amelle çok sevabın alınacağı bu devrede "farzları yapan, büyük
günahlardan kaçınan kurtarır". Yeter ki, kasti olarak isteğiyle sefahete
düşmesin, tevbe istiğfarını eksik etmesin. Hataya düştüğü zamanlarda ise
derinden feryat ederek pişmanlık duyup üzüntü çeksin, hemen dönüş yapsın.
Zaten günümüzün Müslüman'ını kurtaran da budur. Maruz kaldığı
günahlarından dolayı vicdan azabı çekip pişmanlık duyması. Pişmanlık duymak, 
vicdan azabı hissetmek imanın işaretlerindendir. Tevbenin de kendisidir! Bu 
konuda Efendimiz (sas)'in ikazı da fevkalade düşündürücüdür.
İmanlı insanın günahından korku ve elem duyuşunu şu misalle ifade buyurur:
- Mü'min, günahını başına yıkılacak bir dağ gibi büyük görür, korkusunu
hisseder. Münkir ise burnu ucuna konmuş sinek gibi basite alır, alışkanlıkla 
bakar. Evet, alışkanlıkla günahlarımız bize normal gelmemeli, pişmanlığını 
ve vicdan azabını içimizde hep duyup hissetmeliyiz ki tevbe, istiğfar yerini 
tutsun bu pişmanlığımız.. Ve unutulmasın ki her an yüzer günahın hücumuna 
maruz bugünün dindarı, "farzları yapıp büyük günahlardan kaçınması halinde" 
kurtarır, az amelle çok sevap alacak bir devrin kurtulanlarından olur. 
Böylesine bir himaye de Rabb'imizin zorluğuna göre sevap ve mükafat 
vaadinden tecelli eden bir gerçek olur.
  Efendimiz (sas)'in ikazını hatırlayınız:
- Efdalü'l-a'mâli ahmezüha!
- Amellerin en sevaplısı, en zor olanıdır.
 
AHMED ŞAHİN

5 Nisan 2014 Cumartesi

Çiğ Köftenin Hikayesi



Hz.İbrahim, devrin kralı Nemrut’un putlarını kırarak, Allah’ın varlığına inanmaya davet edince Nemrut öfkelenir ve Hz.İbrahim’in ateşe atılmasını emreder. Böylece büyük bir ateş yakmak üzere yöredeki bütün odunlar toplanır. Nemrut evlerde ateş yakmayıda yasaklar. Halk ateş yakmadan nasıl yemek yapacağını düşünür durur. İşte bu günlerde bir avcı, avladığı ceylanı eve getirerek hanımından yemek yapmasını ister. Hanım evde odun bulunmadığını söyler.  Avcı, çoluk çocuğun aç kalmaması için hanımından bir çare bulmasını ister. Bunun üzerine kadın, ceylanın budundan yağsız et çıkararak bir taş üzerinde başka bir taşla döverek ezmeye başlar. Sonra ezilmiş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur. Böylece o leziz ve tadına doyulmaz “çiğköfte” meydana gelir.

Kuantum Fiziği ve Tasavvuf

Tüm dünyada Dr. Kuantum olarak bilinen 76 yaşındaki ünlü ABD’li fizikçi Dr. Fred Alan Wolf, tasavvufi düşünce ile kuantum fiziği mekaniği arasında büyük benzerlikler olduğunu iddia ediyor. Kuantum fiziğini parçacık fiziği teorileri haricinde, spiritüel açıdan da  yorumlamasıyla tanınan Dr. Wolf, makalelerinde kuantum fiziğine göre varoluşu ve dünyayı yorumlarken, direkt olarak tasavvuf inanışındaki kavramların adlarını kullanmasa da vahdet-i vücud, ayna ve misal alemi gibi kavramlardan söz ediyor.

Adem’in ısırdığı neydi?
Maddi ve manevi dünyaya bakış açısını sonsuza dek değiştirecek olan o meşhur deney… Modern fiziğin geldiği son nokta olan kuantum fiziğinin, bilim dünyasını hayrete düşüren bir gerçekle buluşturduğu ‘çift yarık deneyi”. 1927’de Clinton Davisson ve Lester Germer tarafından elektronlar üzerinde yapıldı. Deneyde tek bir elektron iki dikdörtgen yarıktan geçirilerek, yarıkların arkasındaki ekrana yansıtılır. Elektronun yarıklardan birinden geçmesi beklenirken o her iki yarıktan da aynı anda geçer ve ekranda sıralı aydınlık ve karanlık şeritlerden oluşan bir girişim yani dalga deseni ortaya çıkarır. Bilim adamları böyle mucizevi bir şeyin nasıl olabileceğini anlamak için bir sonraki deneyde yarıklara gözlem aleti yerleştirir. Gözlem aletinden evvel ekranda dalga deseni oluşturan elektron bu kez normal bir madde gibi (parçacık) davranır. Yani tek bir yarıktan geçer. Malum dalga-parçacık dualitesi. Yani madde biz ona baktığımızda sanki bunu anlıyor ve ‘bir yerde, bir şekilde’ görünmek üzere pozisyon alıyor. Buna kuantum fiziğinde çökme deniyor. Yani sonsuz olasılıklar içinden sadece bir tanesi, gözlemcinin (ki bu biz oluyoruz) gözlemesi yani algılaması ile gerçekleşiyor. Dr. Fred Alan Wolf, Adem ile Havva’yı cennetten kovduran o kırmızı elmaya atılan ilk ısırığın da aslında bu çökertme olduğunu söylüyor. Daha açık konuşacak olursak, tasavvuftaki ‘bir’lik yani tevhid halinin bu ilk gözlem ile bozulduğunu söyleyebiliriz. Tevhid’de 1+1 = 2 etmez, 1 eder, hatta sonsuz birlerin toplamı da “bir” eder. ‘Bir’den kopuşu tercih etmek, insanın ilk günahı Dr. Wolf’a göre bir anlamda. Hallac-ı Mansur 922 yılında ‘enel hak’ (Ben Tanrı’yım) derken de ‘bir’lik halini idrak ettiğini anlatmak istiyordu büyük ihtimalle ama anlaşılamayarak idam edildi.
Gözlemci Etkisi ya da ayna
Wolf, kuantum fiziği araştırmalarının bilimsel olarak ispatladığı üzere, gözlemcinin (bir insanın) gözleneni (dış dünya) sadece gözleyerek etkilediğini de söylüyor. Buna gözlemci etkisi deniyor. Çünkü kuantum dünyasında her şey birbiriyle bağlantılı… Hiçbir şey bir diğer şeyden bağımsız değil. Bu da tasavvuf düşüncesindeki niyet kavramına denk geliyor. Çok bilindik bir hikayede olduğu gibi, bir adam eşeğini bağladığı kazığı başkaları da bağlar niyetiyle çıkarmaz, bir kör adam gelip çarpınca başkaları da çarpmasın diyerek yerinden çıkarır. Kazık aynı kazıktır ama aynı kazık da değildir aslında. Tasavvuf inanışındaki, insanın Tanrı’nın aynası, karşımıza çıkan olayların da bizim iç dünyamızın aynası olduğu düşüncesi de bire bir kuantum dünyadaki ‘gözlemci etkisi’ kavramına karşılık geliyor. Wolf’a göre sadece bir gerçek gözlemci var, kuantum mantığı bunu gösteriyor. Ölüm de bu mutlak gözlemciye (tek bilince) geri dönüş. “Bilinç ve madde dünyası diye ikili bir dünya yok. Tek bir şey var. Gözleyen ve gözlemlenen de ayrı değil. Durmadan birbirlerine dönüşüyormuş gibi bir illüzyon yaratıyorlar sadece” diye ekliyor. Hadid Suresi’nde de dendiği gibi: “Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz ona bağlıdır.” Dr. Wolf, Tanrı tanımını da ‘bilinci maddeye çeviren’ diyerek açıklayıp, kuantum fiziğine göre enerji dalgalarının somut dünyaya dönüştüğünü söylerken, tasavvuftaki Misal aleminin (dünya) gerçek öz olan Mana aleminin bir yansıması olduğu inanışıyla bir bağ kuruyor.
Mevlana’dan “Ruhumda patlayan volkandan yüzlerce dalgalı sel akarken, cennet benim dönmemi sağlıyor” beyitlerini söyleyen Wolf, Mevlana’nın sözlerinin kuantum fiziğinin madde tanımlamasıyla (dalga frekanslarını oluşturmak için dönen elektronlar) bire bir benzeştiğini ifade ediyor.
 Kendime baktım, göremedim…
Kuantum fiziğine göre tüm evrenin tek bir bütün oluşu da ‘vahdet-i vücut’ kavramına karşılık geliyor. Wolf, ölümden sonrasının da esas ‘tek’ olana dönüş olacağını söylüyor. Ego varlığından, kişiliğinden, bilincinden farklı bir şey. Bunu da Mevlana’nın şu beyitleriyle örneklendiriyor: “Seher vakti gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay beni kaptı, gökyüzüne uçuruverdi. Kendime baktım, göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can alemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezeli tecelli sırları, tamamıyla anlaşıldı.”
Mevlana’nın şiirleri ışığın doğasını anlatıyor
Mevlana’nın şiirlerinin ışığın doğası ve tanrı parçacığı diye adlandırılan ve varlığı henüz ıspatlanamamış olan (CERN’deki LHC deneyinde aranılan, maddeye kütle verdiği sanılan teorik alan) Higgs bozonunu çağrıştırdığını anlatan Dr. Wolf, evrendeki tüm elektronların tek tek bilince sahip olduğunu söylüyor. Eğer olmasa, atomaltı dünyada gözlem yaptığımızı algıladıklarında sonsuz olasılıklar kaosunu bırakıp parçacık (madde) rolüne bürünmezlerdi. Zira, çökme olayının gerçekleşmesi için bazıları kendilerini saklıyor, bazıları da kendini gösteriyor. Tıpkı 19 Mayıslar’da sırasıyla kaldırılan ve indirilen kartlarla Atatürk resmi, bayrak resmi gibi resimlerin yapılması gibi. Higgs bozonu da aslında İslamiyet’te Allah’ın ‘ol’ sözüne karşılık geliyor.
Son söz olarak, kuantum fiziğindeki sonsuz olasılıklar kaosu, tasavvufta kabul edilen son manevi makam olan Hayret Makamı’na denk geliyor diyebiliriz. Yani asla gerçeğin bilinemeyeceği. Bir evliyanın dediği gibi “Seni tanıyamadık ey rab!”
***Kuantum fiziği hakkında 11 adet kitap yazan Dr. Fred Alan Wolf’un “Taking the Quantum Leap” adlı kitabı ABD Ulusal Kitap Ödülü’nü aldı. Yarı belgesel yarı kurmaca film “What The Bleep Do We Know”a esin kaynağı oldu. Wolf, çocuklara da kuantum dünyasını anlatabilmek için animasyonlar ve çizgi roman benzeri yayınlar hazırlatıyor. Şimdiye dek San Diego Eyalet Üniversitesi, Paris Üniversitesi, Londra Üniversitesi ve İsrail Hebrew Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu.
 7 Maddede kuantum-tasavvuf benzerliği
Kuantum Beyin kitabının yazarı nörolog Dr. Sultan Tarlacı da kuantum fiziği mekaniğini sufizm ve tasavvufla metaforik olarak 7 maddede benzetiyor.
1)      Kuantum mekaniği kuralı: Yerel Olmama
Kuantum mekaniğinde, klasik fizikten farklı olarak, uzaktan etkileşimler ortaya çıkar. Adeta Voodoo (Vudu) büyüsü gibi uzak ilişki içerir. “Erewhon” sözcüğü ile hem “hiçbir yerde” hem de “şimdi burada” ifadelerine gönderme yaparak, her iki ifadeyi tek kelime ile ifade eder. Yerel olmama, bir bakıma “Erewhon”dur. Hem her yerde, hem de hiç bir yerdedir parçacıklar.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Bir yerde olan her yerde, her yerde olan hiçbir yerdedir.” Mevlana
2)      Kuantum mekaniği kuralı: Dolaşıklık
Kuantum dolaşıklığı ile nesneler birbirinden ayrı, ama yine de iletişim halinde bulundukları bir durumu ifade eder. Dolaşıklık, geçmişte bir zaman etkileşime girmiş parçacıklar arasında bir tür hayali bağ olarak tanımlanabilir.  Yaptığımız bir gözlem-ölçüm bununla ilişkili olarak diğerini uzaklıktan bağımsız olarak etkiler. Uzaklıkla bağın gücü azalmaz. Yanı başındaki bir ilişki olabileceği gibi, evrenin kıyısındaki bir parçacıkla da aynı güçte ilişkilidir.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Her birimiz tek kanatlı melekleriz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz.” Mevlana
“İki kişiden her biri diğerine “Ey Ben” diye hitap etmedikçe, aralarındaki muhabbet sıhhatlı olamaz.” Cuneyd
3)      Kuantum mekaniği kuralı: Gözleyenin gözleneni gözleyerek etkilemesi
Kuantum mekaniğinde, deneyler gözlemlerle bir sonuca bağlanır. Gözleyen bilinçli bir deneycidir. Bir şey gerçekten, ancak gözlem yapıldığı zaman ve gözlemle bağlantılı olarak oluşur. Ölçme bir gözlemdir ve ölçümle var oluşlar ortaya çıkar. O zaman “ilk oluşu” ve “yaratılışı” ortaya çıkaran da daha büyük bir gözlemcidir. Büyük gözlemci, yaratılanları diğerlerinin gözleri ile görür. Klasik fizik gözlemleyici ile gözlemleneni birbirinden ayrı tutar. Kuantum mekaniği gözlemleyiciyi de sisteme dahil eder.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Ben sizin yüzünüzün aynasıyım. Sizin gözlerinizden kendi yüzüme bakarım.” Simnani
“Rabbimi kalbimin gözüyle gördüm. Dedim ki: ‘Kimsin Sen?’ cevap verdi: ‘Sen’.” Hallac-ı Mansur
“Rabbinizi kendinizin bilgisi ile bildiğiniz zamanlarda sahip olduğunuzdan farklı bir bilgi ile kendinizi bilirsiniz; artık kendinizi O vasıtasıyla bilirsiniz. İbn Arabi.
“Yaratma Tanrı’nın bu yaratılmamış hakikatlere varlık feyzini vermesinden başka bir şey değildir.” İbn Arabî
4)      Kuantum mekaniği kuralı: Maddeye eşlik eden dalga
Her parçacığa ve hatta insan kadar büyük kütlelere bile bir dalga eşlik eder. Klasik fizikte dalgalar, elektromanyetik dalgalar ve mekanik dalgalar olarak iki tiptedir. Dalga deyince öncelikle hepimizin aklına sudaki dalga hareketi gelir. Bu bir mekanik dalgadır. Bir taşın suya düşmesi ile oluşan bir dalga, üzerinde bulunan bir topu yer değiştirmeden hareket ettirir. Topu sürüklemez, bulunduğu yerde düşey olarak salınır. Böyle hem tanecik hem de dalga karakteri taşıyan parçacıklara dalga ve parçacık kelimelerinin birleştirilmesinden türetilmiş dalgalı-tanecik (wavicle) adını verenler de olmuştur. Yavaş hızlarda parçacık karakteri ağır basarken, ışık hızına yakın hızlarda dalga karakteri ağır basar. Işık hızına yakın hızla atılan bir taş camı kırmadan geçebilir.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Beden ruh vasıtasıyla hareket eder, fakat siz ruhu göremezsiniz: Ruhu bedenin hareketleriyle bil.” Mevlana
5)      Kuantum mekaniği kuralı: Belirsizlik İlkesi
Bir parçacığın aynı zamanda hem momentum hem de konumunun her ikisini eş-anlı bilmek ya da ölçmek imkansızdır. Yani, parçacığın davranışını betimleyen belli özel değişkenlerin birinin bilgisinin artışı, diğerinin bilgisini azaltır ya da belirsizleştirir. Kesin ölçüm diye bir şey olmaz ve bu bizim bilgimiz veya ölçme hassasiyetlerimiz ne kadar gelişirse gelişsin aşılamayacak bir sınırlamadır.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.” İmam-ı Azam
“O, onların önlerindekileri de, arkalarındakilerini de bilir. Onların ilmi ise asla bunu kavrayamaz.” TÂH  110
6)      Kuantum mekaniği kuralı: Görünenin arkasındaki “saklı düzen”
Bilinen madde evrenin arkasında, maddi evrene yansıma yapan bir saklı ve örtük düzen var. Esas belirleyici olan bu saklı düzendir. Var olan her şeyin aslı ya da gerçeği oradadır. Bizim evrenimizde var olanlar, gerçeğin soluk bir yansımasıdır. Çevremizdeki görülür ya da aşikar alemde ayrı ayrı bulunan tüm nesneler, varlıklar, yapılar ve olaylar, parçalanamayan bir bütünlüğe ait daha derin, saklı bir düzenden hasıl olan, geçici olan alt-bütünlüklerdir. Hayal etme, formun yaratılışıdır, o zaten kendisini sürekli kılacak tüm hareketlerin tohumlarını ve niyetlerini kendisinde barındırır. Ayrıca bedeni de etkiler, böylece yaratılış saklı düzenin daha ince seviyelerinden bu şekilde gerçekleştiğinde, dışsal olanda tezahür edene kadar saklı düzende varlığını sürdürmeye devam eder.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Görünen suret, gayb alemindeki surete delalet eder, o da başka bir gayb suretinden vücut bulmuştur.” Mevlana
“… Tanrı sizin aynanızdır, yani, sizin kendi özünüzü seyrettiğiniz bir ayna ve siz, siz O’nun aynasısınız, yani O’nun kendi ilahi sıfatlarını seyrettiği bir ayna.” İbn Arabi
“…Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şey O’ndan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır.’ Sebe Suresi, 34:3.
“Biçim mevcudiyete biçimi olmayandan gelmiştir, tıpkı dumanın ateşten gelişi gibi.” Mevlana
De ki: “Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez.” Kehf-109
7)      Kuantum mekaniği kuralı: Çiftlerle sürekli yaratılış
Etrafımızı çeviren ağaçlar, güller, yapraklar, gezegenler galaksiler, kitaplar hiç şüphe yok ki katı gerçektirler ve maddeseldirler. Klasik fizikte elle tutulan atomlar “hiçbir şey” haline gelmişlerdir. Parçacıklar sürekli “yaratılır” ve “yok edilir”. Bundan dolayı, çok geçici bir varoluşa sahiptirler. Enerji, bu parçacıkları yaratmak için boşluktan “ödünç alınır” ve hemen hemen aynı anda geri verilir. Oluşan parçacıklar zıtları ile birlikte ortaya çıkar ve bu çiftler oluşur oluşmaz birbirlerini yok eder.
Tasavvuftaki Karşılığı:
“Çünkü yoktan var eden de, tekrar dirilten de odur.” Buruc Suresi- 13
“O (Allah), bir şey irade ettiği (dilediği) zaman O’nun emri, sadece ona: “Ol!” demektir. O, hemen olur.” Yasin Süresi, 82
“Hiç görmediler mi, Allah, yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra onu tekrarlıyor, yeni baştan yapıyor. Kuşkusuz bu, Allah için çok kolaydır.” Ankebut Suresi, 19